Veli Sıfatlı Pir

VELİ SIFATLI PİR


Hacı Bektaş Veli’nin adındaki (Türkçe söylenişi; Veli Hacı Bektaş olmalıdır) veli unvanı önemlidir. Alevi felsefesindeki velayet yükünü taşımakla yükümlü en ulu kişiye verilen bu unvan, Aleviler arasında iki kişilik için kullanılmıştır. Birincisi Hacı Bektaş; ikincisi de Şah Safiyüddin (Safevi) yolundan olan Şah İbrahim... Velilik, Alevi felsefesine özgü bir olgudur.

Veli Hacı Bektaş’ın, ana baba tarafından Arap olmadığı ortadadır. Onun Türkler arasında, Türk kültürü ile yetiştiği, gerek yaşantısından, gerek düşüncelerinden anlaşılıyor. Buna karşın; Hacı Bektaş’ın soyunun İmam Ali’ye çıkartılması, gerçekte İmam Ali’nin manevi mirasına sahip çıkmaktan kaynaklanır. Hacı Bektaş’a veli unvanının verilmesi de işte buradan doğar. Bugün Alevi-Bektaşi edebiyatını incelersek, Hacı Bektaş Veli’nin, Hz.Ali’nin don değiştirmiş bir şekli gibi görüldüğünü rahatça saptayabiliriz. Ozan Ali İlhami bir nefesinde bunu şöyle dile getirir:

“Eğlen turnam eğlen Ali misin sen
Ali sevilmez mi deli misin sen
Yoksa Hacı Bektaş Veli misin sen?”

Anadolu’daki Ali düşüncesi, toplumun yapısına göre yeniden biçimlendirilerek Arap ve Acem’deki tutuculuktan arındırılmıştır. Bundaki en önemli katkı da Hacı Bektaş Veli’ye aittir, diyebiliriz.

Hacı Bektaş ile İmam Ali arasında kan bağı olmasa bile ilim (bilgi) bağı vardır. Sıradan insanlar, işte bu manevi bağlantıyı bilemedikleri için; Hacı Bektaş’ı bir Arap gibi görme yanılgısına da düşmüşlerdir. Bunun gerçekle ilgisi yoktur.

Anadolu’da yetişti...

Hacı Bektaş Veli’nin tahminen 1240 yıllarında veya bu tarihin hemen öncesinde Anadolu’ya geldiği; Babalılar ayaklanmasının lideri Baba İshak’a bağlandığı, onun halifesi olduğu; Baba İshak’ın 1240 yılında öldürülmesinden sonra Sulucakarahöyük çevresine geldiği; hemen hemen bütün araştırmacılar tarafından kabul edilir. Bu görüşün bazı yönleri yanlıştır...

Anadolu, o çağlarda büyük düşünürlerin harman olduğu bir yerdir. Öyle Horasan’dan gelen herkesin hemen kabul gördüğü, veli sayıldığı gibi mantığı benimsemek olanaksızdır. O dönemi yansıtan menakıb kitaplarında, şeyhler ve babalar arasında kuvvetli bir varlık mücadelesinin olduğunu görüyoruz. Vilayetname’de anlatılan öykülerin en ilginçlerinden biri de, Anadolu erenlerinin Hacı Bektaş Veli’yi Anadolu’ya sokmamak için yaptıkları ittifaka ilişkin olanıdır. Halkın, hiç tanımadığı birisini, gelir gelmez var olan babalara, dedelere, şeyhlere tercih ederek kendisine veli yapması akıl ve mantıkla bağdaşmaz. Bu nedenle, ailesi Horasanlı olmakla birlikte, Hacı Bektaş; Babalılar arasında, Anadolu’da yetişmiş ve kendisini, gerek eylemleri, gerek düşünceleri ile kabul ettirmiştir...

Hacı Bektaş, 1240 dolaylarında Anadolu’ya gelmiş olsaydı, tamamen hareket içinde olan Türkmenlere söz dinletmesi olanaksız olurdu. Belli ki, o, Türkmenler arasında yaşıyordu... Başsız kalan önemli bir kitleyi, 1240 isyanından sonra almış, oldukça güvenli sayılabilecek Sulucakarahöyük çevresine götürmüştür. Bizzat bu kitlenin lideri gibi ortaya çıkmamış olsa bile, onların manevi gıdasını veren insan olmuştur. Gerek Âşıkpaşazade tarihinde, gerekse Elvan Çelebi’nin Menakıbül Kudsiyye adlı kitabında, Hacı Bektaş’ın, Babalılar ayaklanmasına katılmadığı vurgulanır ve yaşadığı dönem de aydınlanır.

Bizce, Hacı Bektaş Veli, Babalılar Ayaklanması’ndan ortalama 20 yıl önce, Cengiz Han’ın Türkistan’a saldırıp yakıp yıktığı dönemlerde Anadolu’ya gelmiş; ailesinin saygınlığı, kendisinin parlak zekâsı önemli bir kitle tarafından tanınıp tutulmasını sağlamıştır.

Hacı Bektaş Veli’nin 1240 isyanının askeri lideri olan Baba İshak’ın halifesi olduğu görüşü de geleneksel bilgilere uymaz. Hacı Bektaş düşüncesinde, bir şeyhin, bir komutana mürit olması mümkün değildir...

Şimdiye değin kesin bir belge bulunmamasına karşın; Hacı Bektaş Veli’nin, Karamaoğulları hareketinin bilgi dokusunu dokuduğunu söylemek yanlış olmasa gerekir.Özellikle, 1277 yılında, Karamanoğlu Mehmet Bey’in “ayağı çarıklı, başı kızıl külahlı” Alevi Türkmenlerin başında Konya’yı ele geçirmesi ve burada yayınladığı ferman önemlidir. Bu fermanda, “Bundan sonra; devlet dairelerinde, evlerde, sokaklarda Türkçe’den başka bir dil kullanılmayacaktır. Aksi hareket edenler idam olunacaktır” denilmesi çok anlamlıdır.

Selçuklu yönetiminin resmi dil olarak Farsça’yı seçmesine bir tepki olan bu istek; Alevi kitlelerin tavrını yansıtıyordu. Alevi Bektaşiler; gerek dinsel törenlerini, gerekse sanatlarını öz Türkçe ile dile getiriyorlardı. Yunus Emre’nin şiirlerini Mevlana gibi Farkça değil de Türkçe yazması, bu yaklaşımın sonucudur... Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli’nin Makalat adlı kitabında dile getirdiği görüşlerden etkilenmiş ve onlardan bazılarını şiirle dile getirmiştir. Örneğin: Hacı Bektaş Veli “Aşıkların tenleri ölür, canları ölmez.” diye yazmış, Yunus Emre bunu,

“Ölür ise ten ölür
Canlar ölesi değil” diye şiirleştirmiştir.

Hacı Bektaş Veli’nin, Ahmet Yesevi dervişi olduğu yaygın bir kanıdır. Buradan yola çıkılarak Hacı Bektaş Veli’ nin şeriata bağlı olduğu kanıtlanmaya çalışılıyor. Hemen belirtelim ki, Ahmet Yesevi şeriatla sınırlı birisi değildir. Nakşibendi tarikatının bu yoldan çıkmış olması, Yeseviliğin Sünniliğini göstermez. Ahmet Yesevi adına görülen hikmet tarzı şiirlerin çoğu onun değildir. Ahmet Yesevi’yi bir Nakşibendi gibi gösteren bu şiirlerin, Nakşibendiliğin etkisi ile daha sonradan ona mal edildiği bugün artık anlaşılmıştır. Çünkü, 12.Yüzyıl’da yaşayan Ahmet Yesevi’ye mal edilen kimi şiirler, daha sonraki yüzyıllarda meydana gelen olaylardan söz etmektedir. Bu şiirler, 16. Ve 17. Yüzyıllarda Nakşibendiler tarafından biçimlendirilmiştir. Bu nedenle, sonradan değiştirilen metinlere bakarak Yeseviliği koyu Sünnilik olarak göstermek de doğru değildir.

Prof. Fuat Köprülü, Yeseviliği, Sünnilik gibi görmenin yanlış olduğunu daha sonra kabul etmiştir.

13.Yüzyıl’daki Anadolu Alevi Türkmenlerinin başlarına kızıl külah geçirip savaşlara öyle katıldıklarını kaynaklar ortaklaşa belirtiyor. Velayetname’de iki yerde de Hacı Bektaş’ın başına kızıl renkli sarık sardığı yazılıdır. Bu çok önemli kayıt; Hacı Bektaş Veli’nin açık açık tavır takındığını ve Hz.Ali yolunda bir Alevi olduğunu ortaya koyar.

Osmanlılar zamanında, devletin ve medresenin etkisiyle kızıl külahlar, beyaza çevrilecektir.

Hacı Bektaş Veli, tam bir halk adamıdır. Sarayı ve kenti değil, kırsal alanı ve köylüleri yeğlemiştir. Gerek halkı ezen Selçuklu Devletine, gerekse Anadolu’yu yakıp yıkan Moğollara karşı Türk halkının örgütlenmesinde birinci derecede etkili olmuştur. Hünkâr, yoksulların, güçsüzlerin yanında yer almış, cehalete, zorbalığa karşı çıkmış; felsefesini bunu üzerine kurmuştur...

Hacı Bektaş Veli’nin elinde kılıç kâfir ülkelerine savaşa çıkan birisi gibi gösterilmesi olayı tamamen yanlıştır. Onun düşüncesinde, insana kıymak büyük bir günahtır. Cihat veya gaza denilen savaş ise, insanın kendi nefsiyle yaptığı savaştır. Bektaşi düşüncesinde en büyük düşman, insanın içinde bulunan kötü arzular, kötü düşüncelerdir. İşte bunların tepelenmesi bir insan için birinci görev sayılmıştır...

Hacı Bektaş Veli’nin en tanınmış eseri, Makalat adlı kitabıdır. Önce Sefer Aytekin, daha sonra da Esad Coşan tarafından Türkçe’si yayınlanan Makalat, bir dinbilgisi kitabı sayılabilir. Bu kitapta, Alevi-Bektaşi yolunda temel kavram olan “Dört Kapı-Kırk Makam” düşüncesi açıklanmıştır.

Bundan başka, Hünkâr’a mal edilen ama içinde katkı olduğu anlaşılan Şerh-i Besmele adlı kitap yayınlanmıştır. Doç.Dr. Bedri Noyan, şu kitaplarında Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğunu yazar : Fevaid, Bahr’ül Hakayık, Şathiyye, Makalat-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye, Hurdename, Üss’ül Hakika...

Baba Resûl’un ileri gelen halifelerinden olup, sonraki gelişmeler dikkate alındığı takdirde, tarihte en ünlü Baba İlyas halifesi olarak ünlenecek olan, Hacı Bektaş-ı Velî hakkında döneminin kaynaklarında hiç bir bilgi bulunmaz. Onun üzerine bütün bilinenler aşağı yukarı Vilayetnâme’ye dayanır. Muhtemelen Uzun Firdevsî tarafından Hacı Bektaş’ın ölümünden hemen hemen iki yüzyıldan fazla bir zaman sonra yazılan bu eser de, aslına bakılırsa Hacı Bektaş’ı tam olarak ortaya koyabilecek nitelikte değildir. Ancak yine de çok faydalı bilgileri de içerir.

Günümüze kadar Hacı Bektaş, Âşıkpaşazâde’nin onun Baba İlyas’la olan ilişkisine açıkça işaret etmesine rağmen, genellikle Baba İshak’ın halifesi sayılmıştır. Şüphesiz bu eğilimin nedeni yine İbn Bîbî’nin, Baba Resûl olarak Baba İshak’ı göstermesidir.

Hacı Bektaş’ın Babaîler isyanının lideri ile ilişkisinden Âşıkpaşazâde’den çok daha önce söz eden kaynak, Menâkıbu’l-Ârifîn’dir. Burada her hangi bir isim belirtilmeksizin yalnızca “Baba Resûl” unvanı geçer ve Hacı Bektaş’ın onun “ileri gelen halifesi” (halîf-i hass) olduğu kaydedilir. Ancak Elvan Çelebi konuya daha bir kesinlik getirerek Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’ın halifesi olduğunu anlamamıza yardım edecek ifadeler kullanır; yine de önde gelen bir halife olup olmadığına ait hiç bir şey söylemez.

Şu halde, Ahmed Eflâkî, Elvan Çelebi ve Âşıkpaşazâde’ nin üçlü tanıklığıyla Baba İlyas ile Hacı Bektaş arasında bir şeyhlik-halifelik bağlantısının bulunduğu kesinlik kazanır. Ancak bu bağlantıya ait ayrıntı bilgi mevcut değildir. Bununla birlikte, gerek Âşıkpaşazâde’nin gerekse Elvan Çelebi’nin ifadeleri gözden geçirilecek olursa, Hacı Bektaş’ın hiç de Eflâkî’nin dediği gibi Baba Resûl’ün ileri gelen halifesi olmadığı anlaşılır.

Eğer böyle olsaydı, mantık bakımından onun da Babai İsyanın da hiç şüphesiz Baba İshak, Şeyh Osman, Aynuddevle Dede (Ayna Dola) ve diğer halifeler gibi aktif bir görev alması veya en azından Baba İshak gibi ayaklanma sırasında yahut daha sonra ya öldürülmesi, ya da yakalanıp hapse atılması gerekirdi. Oysa hem Elvan Çelebi, hem de Âşıkpaşazâde’nin kayıtları, onun isyana katılmadığını açıkça ortaya koyuyor: Elvan Çelebi, “Hacı Bektaş’ın sultanın tacını göze almadığını” yazarken, Âşıkpaşazâde, “kardeşi Menteş’le birlikte Baba İlyas’a bağlandığı, sonra birlikte Kırşehir’e geldiklerini, oradan Kayseri’ye geçip, Menteş’in buradan Sivas’a giderek orada (şüphesiz Selçuklu kuvvetleriyle gerçekleşen çatışma da dürüldüğünü, bunun üzerine Hacı Bektaş’ın Karayol’a (Sulucakaraöyük’e) gittiğini bildiriyor.

Bu durumda Elvan Çelebi’nin ve Âşıkpaşazâde’nin bu çok açık tanıklıklarından yola çıkarak şu görüşü ileri sürmek olanaklıdır. Hacı Bektaş, ya onaylamadığı için veya bizim bilemediğimiz herhangi bir nedenle isyanda hiç bir aktif rol almamış, görünüşe göre isyan sırasında ve daha sonra uzunca süre gizlenerek izini kaybettirmiş, daha sonra -ve büyük bir olasılıkla- Moğol işgal ve egemenliğinin neden olduğu karışıklıklardan faydalanarak Sulucakaraöyük’te ortaya çıkmıştır.

Alevi-Bektaşî geleneğinin sözcüsü olan Vilâyetnâme ise, Hacı Bektaş’ı çok daha değişik bir çerçeve içinde sunar. Bu eser, Hacı Bektaş’ı daha doğumundan itibaren ele alır. Vilâyetnâme’ye göre Hacı Bektaş, Horasan’ın Nişapur şehrinde doğmuş olup İmam Mûsa Kâzım’ın neslinden gelen ve İbrâhim-i Sâni diye tanınan Seyyid Muhammed’in oğludur.Hacı Bektaş’ın Anadolu’nun daha eski Türk sâkinlerinden olmadığı, Moğol istilâsı sırasında buraya göç ettiği kesindir. Yine Vilâyetnâme’ye göre, Anadolu’ya önce - Dede Garkın’ın yerleştiği bölge olan - Elbistan’dan gitmiş, burada Dede Garkın’ın çevresiyle karşılaşmıştır.Böylece Elvan Çelebi’den başka, Hacı Bektaş’ı önce Dede Garkın’ın çevresine yerleştirerek Elvan Çelebi’yi doğruluyor.. Yine bu Vilayetname’ye göre, Hacı Bektaş oradan Kayseri ve Ürgüp’e, daha sonra da Sulucakaraöyük’e (bugünkü Nevşehir’e bağlı Hacıbektaş ilçesi) geçmiştir.

Hacı Bektaş’ın niçin burayı seçtiği doğrusu üzerinde düşünülecek bir konusudur. Aslında bu bölgeyi seçen yalnız o değildi. İsyandan sonra Muhlis Paşa ve Şeyh Osman da Kırşehir’e yerleşmişlerdi. Düşüncemizce gerek bu ikisinin, gerekse Hacı Bektaş’ın, daha başka bölgeler varken, Kırşehir yöresini tercih etmeleri, buradaki Türkmen boylarıyla ilgili olmalıdır. Hacı Bektaş, kendisinin bu bölgedeki Babaî hareketine mensup Türkmen boyları arasında rahatça kimliğini gizleyerek saklanabileceğini düşünmüş olabilir. Nitekim Vilâyetnâme’de de belirtildiği gibi, bu bölgede yarı göçebe bir yaşam süren çok sayıda Türkmen aşireti vardı. Selçuklu hükümetinin Babaîler üzerindeki baskı ve takibi ortadan kalkınca da, büyük bir olasılıkla açığa çıkmayı hesap ediyordu. Ancak onların bu bekleyişleri fazla uzun sürmemiş ve 1243 yılında Moğollar’ın Anadolu’ya gelmesiyle birlikte, Selçuklu hükümeti kendi başının derdine düşmüştür.

Hacı Bektaş’ın bu bölgeye yerleşmesi konusuna Iré ne Beldiceanu’nun bir kaç yıl önce yayımladığı bir makale, yepyeni bir boyut kazandırmaktadır. XV. ve XVI.Yüzyıla ait Karaman eyâleti tahrir defterleri üzerinde gerçekleştirilen bu ilginç araştırma, Hacı Bektaş’ın Sulucakaraöyük’e Vilâyetnâme’nin yazdığı gibi yalnız bir derviş olarak gelmediğini, kendine bağlı Bektaşlu adını taşıyan bir oymakla birlikte geldiğini gayet açık biçimde göstermektedir. Bu da Türkmen babalarının aynı zamanda hem kabile şefi hem de dînî reis olduklarına ait görüşü destekliyor. İşte Hacı Bektaş böyle bir Babaî şeyhi olarak Sulucakaraöyük’e gelmiş ve yine Babaîler’e mensup buradaki bir başka Türkmen boyu olan Çepniler arasına yerleşmişti. Hacı Bektaş’ın bu tercihi bize, onun iradesindeki Bektaşlu oymağının Çepni boyunun bir parçası olduğunu düşündürüyor. Eğer bu gerçekte böyle ise, o zaman onun yerleşmek üzere niçin Sulucakaraöyüğü tercih ettiği sorusunun yanıtı da verilmiş olur.

Hacı Bektaş’ın Sulucakaraöyük’te bu boya mensup İdrîs Hoca ve eşi Kadıncık Ana ile yakın ilişki içine girmiştir.

Kimliği konusunda henüz yeterli bilginin bulunmadığı Kadıncık Ana (Hatun Ana, yahut Fatma Bacı) başta olmak üzere, bu köyde giderek ününü çevreye yaymak suretiyle civardan pek çok mürid edindiği ve faaliyetlerini uygulamaya başladığı anlaşılıyor. Hacı Bektaş Veli’nin Moğol egemenliği dönemine rastlayan bu faaliyetlerinin, genellikle Türkmenler içinde Baba İlyas’ın ve kendinin fikirlerini yaymak olduğu kadar, bölgedeki gayri müslimler ve hattâ Moğollar arasında İslâmiyet propagandasından oluşan hayli yoğun bir çalışma ve çaba harcadığı, Vilâyetnâme’ye dayanılarak söylenebilir. Hacı Bektaş 669/1270-71 yılında ölünceye kadar Sulucakaraöyük’ te yaşamış ve bu arada bazı Moğol otoriteleriyle de ilişkileri olmuştur. Ayrıca o dönemdeki diğer tasavvuf çevreleriyle, bu arada özellikle Mevlânâ ve etrafındakilerle, Kırşehir’deki Ahî Evran’la da bazı ilişkileri bulunduğunu, Vilâyetnâme ve Menâkıbu’l-Ârifîn’deki bilgilere dayanarak söyleyebiliriz.

Her ne kadar isyan olayına katılmamış olsa da, Hacı Bektaş Baba İlyas’ın halifelerinden biri olarak onun fikirlerinin yayıcısı olmuştur. Ne var ki, bu konuda elimizdeki ana kaynak olan Vilâyetnâme’de bu iki şahıs arasındaki bu ilgiye ait en ufak bir îmaya rastlanmadığı gibi, Baba İlyas’ın adı da geçmez. Ancak Hacı Bektaş’ın halifeleri arasında bir Baba Resûl yahut Resûl Baba’dan bahsedilir ki, hiç şüphesiz bu Baba İlyas’tan başkası değildir ve Alevi-Bektaşî geleneği aradan geçen bir kaç yüzyıl boyunca iki şahsiyet arasındaki bu ilişkiyi, Hacı Bektaş’ın yükselen kimliğine yakışır bir biçime sokarak tersine çevirmiştir. Buna karşılık, öğretmeni sıfatıyla bir Lokmân-ı Perende’den ve en çok da şeyhi ve kendisine Rum diyarında halifelik veren üstadı kimliği ile Ahmed-i Yesevî’den söz edilir.

Vilâyetnâme’ye göre Lokmân-ı Perende, babası tarafından Hacı Bektaş’ın eğitimi ile görevlendirilmiştir ve Ahmet-i Yesevî’nin halifesidir. Bu Lokman-ı Perende hakkında bütün bilgimiz bundan ibarettir. Bununla beraber, Revzatu’s-Safâ, Habîbu’s-Siyer ve Nefehâtu’l-Üns’de, XI. Yüzyılda yaşamış ünlü melâmetî şeyhi Ebû Saîd-I Ebü’l-Hayr ile çağdaş bir Şeyh Lokmân-ı Serahsî’den bahsolunmaktadır. İlk iki kaynakta yanlızca mezarının Herat’ta bulunduğu kaydedilmiş, üçüncüsünde ise, Lokmân-ı Serahsî ile Lokmân-ı Perende’nin aynı kişi olduğunu zannetirecek bir menkabe anlatılmıştır. Dolayısıyla buna dayanarak Lokmân-ı Serahsî’ nin aynı zamanda Lokmân-ı Perende (Uçan Lokman) diye de tanınmış olabileceği olasılığı kuvvetlidir.

Alevi-Bektaşî geleneğindeki Ahmed-i Yesevî - Hacı Bektaş bağlantısına gelince, yine kronolojik nedenden dolayı buna olanak yoktur; her ikisinin ölüm tarihleri arasında yüz yıldan fazla bir zaman farkı vardır. Ancak Vilâyetnâme’deki Ahmed-i Yesevî menkabelerinin bolluğu ve Hacı Bektaş’ın bu büyük Türk şeyhine bağlanmasının başka bir anlamı olduğu şüphesizdir. Bizce bütün bunlar bir bakıma Hacı Bektaş’ın gerçekten Yesevî geleneği ile bir alakasının bulunduğunu göstermeye yaradığı gibi, vaktiyle F.Köprülü’ nün çok yerinde olarak belirttiği üzere, Ahmed-i Yesevî’nin Türkmen çevrelerinde hayli popüler bir sima olduğunu da kanıtlamaktadır. Bundan dolayı Hacı Bektaş’ın Baba İlyas’a bağlanmadan önce, bir Yesevî dervişi olamamakla beraber, Yesevî geleneğini koruyan bir tarikata (Haydarîlik) mensup olduğunu, Baba İlyas’ın çevresine katıldıktan sonra aynı zamanda Vefâîliği de geçtiğini, yahut kendi mensubiyetini koruduğunu da söyleyebiliriz. Bektaşîlik tarikatında Yesevî an’anelerinin neden yaşamağa devam ettiğini, hattâ Velâyetnâme’nin yazıldığı çağa kadar bu geleneğin varlığını neden sürdürdüğünü ancak bu biçimde açıklayabiliriz.

Vilâyetnâme’nin önümüze koyduğu problemlerden bir başkası da, Hacı Bektaş’ın Haydarî geleneklerine de bağlanmış olmasıdır. Çünkü Vilâyetnâme’de bir de Kutbeddîn Haydar’dan bahsedilmekte ve bu zat Ahmed-i Yesevî’nin nefes evlâdı yapılmaktadır. Bilindiği gibi Haydarîlik, Yesevîlik tarikatı ile Kalenderî geleneklerinin birleştirilmesi suretiyle Kutbeddîn Haydar tarafından XII. Yüzyıl sonlarında İran’da kurulmuş heterodoks bir Türk tarikatıdır. İşte bir yandan bu önemli konu, öte yandan Vilâyetnâme’ de Hacı Bektaş’ı bir Haydarî dervişi biçimde tanımlayan satırlar, bizce Hacı Bektaş’ın bir Haydarî şeyhi olduğunu gösteriyor. Kısaca bu durumda Hacı Bektaş’ın tasavvufî kimliği konusunda şunu söyleyebiliriz: Hacı Bektaş Anadolu’ya bir Haydarî dervişi olarak gelip bir Vefâî şeyhi olan Baba İlyas’a intisap etmiş, onun halifeliği mevkiine yükselerek bu hüviyetiyle Sulucakaraöyük’e gelip yerleşmiştir. Gerek Baba İlyas’a intisabı, gerekse isyana katılmasa bile Babaî muhitine mensup bulunması, onu aynı zamanda bir Babaî şeyhi olarak da düşünmemizi gerektiren bir nedendir.

Hacı Bektaş’ın ait olduğu çevreyi ve tasavvufî ortamı bu sûretle belirlemeye çalıştıktan sonra onun mistik şahsiyetini incelemeye geçebiliriz. Başta Âşıkpaşazâde olmak üzere kaynaklar kendisini “meczup” bir derviş biçiminde tanımlıyorlar. Âşıkpaşazâde Hacı Bektaş’ın ne bir şeyh olacak, ne de bir tarikat kuracak durumda olduğunu, kendini bilmeyecek kadar cezbe sahibi bulunduğunu yazar. Emînuddîn b.Davud Fakih adında bir XV.yüzyıl müellifi, Risâle-i Kudsiyye nâmındaki eserinde Hacı Bektaş’ı “meczûb-ı mutlak (Tanrı aşkı ile aklını yitirmiş kimse)” diye niteler. Yine bir XVI.Yüzyıl yazarı Vâhidî, kitabında benzer ifadeler kullanılır. Bütün bu bilgilerin ortak yanı, tasavvuf terminolojisindeki tam kimliği ile Hacı Bektaş’ın bir meczûb-ı hakîkî, yani kendini bütün varlığıyla ilâhî cezbeye kaptırmış, sürekli bu durumda yaşayan biri olduğudur.

Aslında doğrusunu söylemek gerekirse, bu bilgileri birden bire kabullenmek zordur. Zira Hacı Bektaş’ın Baba İlyas ile ilişkileri ve Sulucakaraöyük’teki faaliyetleri, söylendiği gibi kendinden tamamen habersiz bir meczup kabul edilmesini zorlaştıracak niteliktedir. Bununla beraber, onun dînî ilimlerde derinleşmiş, tasavvufun yüksek bir düşünme düzeyine ulaşmış bilgin, kendinbi Tanrıya adammış bir kimse olduğunu ileri sürmek de, kendinden habersiz bir meczup gözüyle bakmak kadar bizce aşırı bir yaklaşımdır.

Bazı araştırmacılar, Hacı Bektaş’ın Sünnî ve tasavvuf inaçlarını benimsemiş, kendini Tanrı’ya adamış bir kimse olduğuna kanıt olarak, ona mal edilen Makalât’ı gösterirler. Bir kere Makalât’ın gerçekten Hacı Bektaş tarafından yazıldığının henüz kanıtlanmamış olması bir yana, bu kanıtlanmamış olsa bile, bir kere bu eserin, tasavvuf edebiyatındaki bir çok benzeri gibi, müridlere basit düzeyde tasavvufu öğretmek için yazılmış bir el kitabı olduğunu anlamak son derece kolaydır. İkinci olarak Makalât’ın, Hacı Bektaş’ın kişiliğine uygun heterodoks düşünceler yansıtmak zorunda olduğu da söylenemez. Çünkü şurası unutulmamalıdır ki, bu tip popüler nitelikte ve aşağı derecedeki müridler için yazılmış eserlerde, Türkiye gibi, Sünnîliğin egemen durumda olduğu bir orta çağ ülkesinde kolay kolay Sünnî İslâm’a karşı şeylere rastlamak olanaklı değildir. Bu itibarla Makalât’a bakarak Hacı Bektaş’ın heterodoks bir Türkmen babası değil, Sünnî bir mutasavvıf olduğunu ileri sürmek kesinlikle iknâ edici değildir.

Onun Baba İlyas’ın halifelerinden biri olduğunu hiç bir zaman gözden uzak tutmamak gerekir.

Bir başka görüş, Hacı Bektaş’ın Oniki İmam Şîîliği’ne dayalı bir din ve tasavvuf anlayışına bağlı bulunduğunu ileri sürmüştür. Yalnızca Vilâyetnâme’deki Hacı Bektaş’ın Oniki İmam soyundan geldiğine dair pasaja dayanarak onu bir Şîî mutasavvıf kabul etmenin de tarihsel bir dayanağı yoktur. Çünkü bu olayı onaylıyacak hiç bir kanıt gösterilemeyeceği gibi, esasen, daha önce de anlatılmaya çalışıldığı üzere, Hacı Bektaş’ın yaşadığı dönemde Anadolu’da Oniki İmam Şîîliği’ nin varlığını ortaya koyacak herhangi bir tarihî kanıta rastlanmamıştır. Bizce bu türlü yorumlar, Bektaşîlik tarikatının XVI. Yüzyılda fiilen oluşumu sırasındaki Şîî etkilere bakılarak yapılmış olmalıdır. Bizce Hacı Bektaş da tıpkı şeyhi Baba İlyas gibi, daha çok İslâm öncesi eski Türk inançlarıyla yorumlanmış bir İslâm anlayışını müridlerine vermekteydi. Bundan dolayı kendisinin çağdaşı olan Mevlânâ’ nın bu yüzden ona pek de iyi gözle bakmadığını Menâkıbu’l- Ârifîn bize göstermektedir.

Bu heterodoks karakterine rağmen Hacı Bektaş, hiç olmazsa XV.yüzyıla ait kaynaklardan itibaren görüldüğü üzere, Sünnî topluluklarda da önde gelen evliyâdan kabul edilmiş ve onların nazarında da büyük bir saygı ve kutsallığa erişmiştir; hâlen de öyledir. Bu yüzden Hacı Bektaş-ı Velî Sünnîler’ce daima Alevilik-Bektaşîlik’ten ve Alevi-Bektaşîler’den ayrı değerlendirilmiştir. Bunun nedeni herhalde, XV.yüzyıla gelinceye kadar Hacı Bektaş’ın bir velî sıfatıyla halk hâfızasına mal olması ve Alevi-Bektaşîliğin Sünnîlik dışı yapısına bakılarak böyle bir tarikatın, Hacı Bektaş ile ilgisinin bulunamayacağı düşüncesi olmalıdır.